TEB 39. Olağan Büyük Kongre Açılış Konuşması

Saygıdeğer Protokol,

Değerli meslektaşlarım,

Sayın konuklar,

Basının değerli emekçileri,

Türk Eczacıları Birliği 39’uncu Olağan Büyük Kongre’sini açıyor, kongremize katılan siyasi parti başkanlarına, milletvekillerimize, sivil toplum örgütlerine, tüm dostlarımıza ve değerli delegelerimize sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Kongremizin eczacılık mesleğinin saygınlığına, gelecek perspektifine, bilime ve insana olan inancına yakışır, üretken ve fikirlerin yarıştığı bir kongre olmasını diliyorum, öyle olacağını biliyorum.

Saygıdeğer protokol,

Değerli delegeler,

Sözlerime başlamadan önce, geçtiğimiz dönemde kaybettiğimiz tüm eczacı dostlarımızı, bu mesleğe ve meslek örgütüne gönül, emek vermiş olanları anmak istiyorum. Bunların arasında 7 yıl Birliğimizde saymanlık yapan Erkal Alphan’ı 8 Ekim günü Merkez Heyeti binamızın önünden uğurladık.

“Yaşayanlara saygı borçluyuz, ölülerimize ise gerçeği…” demiş Platon. Erkal Alphan’ın meslek örgütünü ve mesleği bu noktaya getirebilmek için verdiği emek, işte o gerçektir. O gerçeğin üstünden atlamamak, ona olan vefa duygumuzu bir kez de bu kürsüden ifade etmek istedim. Ailesinin ve dostlarının acısını paylaşıyor, meslek örgütümüzde onun yokluğunu bir boşluk olarak yaşayacağımızı biliyorum. Ustanın dediği gibi, “Çok yaşasın ölülerimiz”!

Değerli meslektaşlarım,

Değerli konuklar,

Hipokrat, “İyileşme zaman ister, ama bazı durumlarda da şans ister” demiş. Modern tıp iyileşmek için hem gereken zamanı azaltıyor, hem de şansı artırıyor. İnsanlık modern tıbbı da aşıp nanotıbba doğru ilerledikçe teşhis ve tedavi birleşiyor, tüm sağlık çalışanlarının bilgisinin, hiyerarşisinin, uygulamasının değişeceği yeni bir döneme giriyoruz. Bu dönemin ihtiyaçlarını karşılamak için çok daha fazla çalışmamız, çok daha fazla dayanışmamız, çok daha hızlı yol kat etmemiz gerekiyor. Ancak buraya doğru yol alırken, 500 kilometre hızla giden bir trenin penceresinden gözümüzü ayırmadan dışarıya bakmak, kendimizi sürekli olarak yeniden konumlandırmak durumundayız. Hangi yoldan gittiğimizi bilmezsek, nereye gitmiş olursak olalım, gittiğimiz yere adapte olmak gibi bir şansımız kalmaz.

Sizlere şaşırtıcı olmayan bir gerçeği söyleyeyim: Bizler bu dünyada, bu ülkede yaşıyoruz. Bu dünyanın, bu ülkenin vatandaşlarıyız, bu dünyaya, bu ülkeye hizmet ediyoruz. Hem de dünya üzerinde yaşayan insanların baş kaygısı olan sağlığının sorumluluğunu üzerimizde taşıyoruz.

Bizim sorumluluğun ne kadarını üstlenebileceğimizi örneğin devletin, örneğin sosyal sigorta şirketlerinin hastanın sorumluluğunu ne kadar üstleneceği belirliyor. Devletin ya da sosyal sigorta şirketlerinin hastanın sorumluluğunun ne kadarını üstleneceğini ise o devletin ekonomik durumu ve siyasal pozisyonu belirliyor. Bizim neyi, ne kadar yapabileceğimiz, devletlerin neyi, ne kadar yapmamızı istediği ile bağlantılı. Şu son günlerde gündeme gelen, aslında 2008 itibariyle Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda yer alan tamamlayıcı sağlık sigortası konusuna özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Bizim gibi kişi başına geliri yükselmiş ama orta ve alt sınıfları bu kadar şişkin, yani zenginliğin eşitsiz dağıtıldığı bir ülkede bazı sağlık hizmetlerinin ve bazı ilaçların genel sigorta kapsamından çıkartılıp tamamlayıcı sigortaya bırakılması bazı insanların sağlık hizmetine erişiminin zorlaşması demektir. Şu anda hangi ilaçların tamamlayıcı sigorta kapsamına alınacağına dair bir veri bizimle paylaşılmamış olmakla birlikte, bizler ilacın “gerekli, çok gerekli, az gerekli” gibi sınıflara ayrılmasına da, iki farklı sigorta sistemi ile başa çıkmak zorunda bırakılmaya da itiraz ediyoruz. Ayrıca, mikropların olduğu kadar sağlığın da kapısı olan ağız ve diş sağlığının tamamen genel sigorta kapsamına alınmasını ve diş hekimlerimizin serbest eczaneler gibi kamuyla anlaşma yapmasını beklerken bunların tamamlayıcı sigorta kapsamında değerlendirmesini de hasta sağlığı açısından son derece yanlış buluyoruz.

Değerli meslektaşlarım,

Bugün artık “dönüşüm” sözcüğü başka bir anlam kazanıyor. Tren, makas değiştiriyor. Başka bir hatta başka bir rayda, başka bir diyara doğru yol almaya başlıyor. 1970’lerin herkes için sağlık isteyen sosyal devletlerinin yerini cepten ödemeler, tamamlayıcı sigortalar, yaygın ama dar kapsamlı hizmetler alıyor. Bu bütün dünyada yaşanan bir dönüşüm. Hepimiz biliyoruz nedenini: Çünkü insanlık yaşlanıyor, çünkü sadece sağlık değil tüm hizmet sektörü paralı hale getiriliyor, çünkü tedavi ve ilaç masrafları artıyor. Bu noktada hükümetler bir tercih yapıyorlar, bu “bazıları için daha fazla sağlık” oluyor. Üstelik bu küresel bir eşitsizlik. Türkiye’de insanlar AIDS’ten ölmediği için UNAIDS Türkiye Ofisi kapatılıyor, ancak Afrika’da insanlar açlık ve AIDS’ten kırılmaya devam ediyorlar. İlaç sektörü gelişmiş olan Hindistan ve Brezilya AIDS ilaçlarını “insanlığın malı” olarak yeniden patentliyor. Bazı ülkeler ağrı kesici bile üretemiyor. Dünyaysa onlara elinde kalan ilaçları satma gayretinde. Sahte kemoterapi ilaçlarının üretildiği ve satıldığı, acımasız, barbar bir dünyada yaşıyoruz.

Değerli meslektaşlarım,

Çok değerli konuklar,

Biz sağlık çalışanları için sağlık, fiziksel ve ruhsal olarak tam bir iyilik halidir. İnsanın hiçbir derdinin, tasasının, stresinin olmamasıdır sağlık. Bugün böyle sağlıklı bir insan düşünebiliyor musunuz? Bu ruhsuz dünyanın ruhuna aykırı böyle bir sağlık, böyle bir ruh sağlığı. Savaş, şiddet ve travma adeta gündelik hayatımızın bir parçası olmuş. “Beden geçirdiği hiçbir travmayı unutmaz, sadece baskılar” derler. Açlık bedene travma yaşatır, hastalık travma yaşatır, kayıplar, yoksulluk, televizyonda izlenen şiddet manzaraları, bunların hepsi travma kaynaklarıdır. Evet, insan travmatik deneyimlerden de öğrenir. Ama çağımızın hastalıkları olan çoğu strese bağlı kalp damar hastalıklarına, psikolojik sorunlara da daha açık hale gelir. O yüzden, toplum sağlığının korunması ancak insanların eşit olduğu, karınlarının doyduğu bir toplumsal yapı ile mümkün olabilir.

İnsan karnı doyunca mı düşünmeye başlar? Yoksa düşünmek refleksif olarak yaptığımız bir hareket midir? Şimdilik bu soruları bir kenara bırakalım ve şu basit, bilinen gerçekten devam edelim: Bizlerin aynı habitusu paylaştığımız diğer canlılardan tek farkımız, gelişmiş düşünme ve planlama yeteneğimizdir. Bizler, insan türü, uzun vadeli bir hayal kurma ve bunu gerçekleştirme kapasitesine sahibiz. Demek ki düşünme, düşüncelerimizi açıklama ve onları hayata geçirmek bizi insan yapan biricik şeydir.

Değerli konuklar, Sevgili delegeler,

Hepimizin bildiği bu gerçekleri bazen tekrar tekrar birbirimize söylememiz gerekiyor. Çünkü hala, “muktedir olmaktan” neyi, nasıl, ne zaman düşüneceğimizi, bunu nasıl söyleyeceğimizi, hayata geçirip geçirmeyeceğimizi kontrol etmeyi anlayanlar var. Bizlerin sağlıklı bir toplumda sağlıklı bireyler olarak yaşayabilmesi için bu özgürlüğe ekmek gibi, hava gibi, su gibi ihtiyacımız olduğunu ve bunun toplumsal sözleşmemizle devretmemiz mümkün olmayan bir hak olduğunu anlamamız, anlatmamız gerekiyor. Zira düşüncesini açıklama hakkını kullananlara yönelik olarak gerçekleştirilen orantısız şiddet, nereden gelirse gelsin, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımızı etkiliyor, bizim temel insan hakkımızı elimizden alıyor.

Değerli meslektaşlarım,

Ülkemizin üzerinde bulunduğu topraklar, binlerce yıldır farklı medeniyetlere ev sahipliği yaptı. Tarihsel tecrübemiz, bu coğrafyada yaşamış toplulukların, milletlerin, devletlerin, dinlerin ve kültürlerin tüm özelliklerini kapsayan ortak bir mirasın zenginliğinden oluşuyor.

Türkiye’de yaşayan her fert; ırkı, inancı, dili ve rengi ne olursa olsun bu mirasın bir parçasıdır. İnsanların birbirlerini farklılıklarıyla kabul ederek barış ve huzur içinde yaşamasıyla öne çıkan bu zenginlik, topraklarımızı bir hoşgörü diyarı haline getirmiştir. Bu coğrafyada yaşayan insanlar, dirlik ve düzenin sihirli anahtarı olarak farklılıkları kabullenmeyi keşfedip, barış toplumuna açılan kapılardan hep birlikte girmişlerdir.

İnsanların düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri ve birbirleriyle iletişim kurabilmeleri, toplumsal düzenin bizzat toplum tarafından sağlam bir şekilde oluşturulmasını ve sağlıklı biçimde korunmasını sağlar. Düşüncesini özgürce ifade edebilen her bir kesim; kendisini olduğu gibi anlatma imkânını bulacak, böylece farklılıkların birer zenginlik olduğu kabullenilecek ve müşterek yönler keşfedilip birlikte yaşamanın şifreleri ortaya çıkarılacaktır.

İfade özgürlüğüne meşru olmayan nedenlerle yapılacak her müdahale, aynı zamanda büyük toplumsal müzakereyi engelleyecek ve uzlaşma zeminine giden yolları kapatacaktır.

İster ülkemizde ister dünyanın başka bir yerinde olsun; barışçıl gösteri hakkını kullananlara şiddet uygulanması, göstericilerin gerçek mermilerle, hedef gözetilerek sıkılan gaz bombalarıyla, plastik mermilerle veya kimyasal madde karıştırılmış tazyikli sularla öldürülmesi ya da yaralanması ağır bir suçtur. Bu suçları işleyenlerin teşvik edilmeleri veya ödüllendirilmeleri değil, cezalandırılmaları gerekir. Hiçbir siyasi veya ekonomik menfaat en üstün değer olan insan yaşamından daha değerli değildir. Sudan’da, Lazkiye’de, Rojava’da, Mısır’ın Adeviyesi’nde veya Tahrir’inde, Lice’de, Uludere’de, Reyhanlı’da, Akçakale’de, Ceylanpınar’da, Eskişehir’in, Ankara’nın, İstanbul’un ve Hatay’ın sokaklarında, insanların katledilmesinin hiçbir mazereti olamaz. Çağdaş devlet anlayışında kutsal olan devlet değil, devletin hizmetle yükümlü olduğu insandır.

Değerli meslektaşlarım,

Bireylerin öncelikle özgürce düşünebilmesi esas olduğundan bu esası hayata geçirecek temel hak, din ve vicdan özgürlüğüdür. Herkesin istediği gibi düşünebilmesi, yaşayabilmesi ve inanabilmesi bu yolla sağlanabildiğinden, vicdanı ve düşüncesi özgür kişilerden oluşan, gelişmeye açık toplum bu özgürlük sayesinde oluşturulabilecektir. Bunu gerçekleştirebilmek için de eğitim sisteminin özgür düşünceyi sağlayıcı biçimde kurgulanması, hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, gerek düşünce gerek yaşayış olarak, din ve vicdan özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, özgür düşünceyi geliştirici felsefi yaklaşımların ve ifade çeşitliliğinin zenginleşmesine imkân sağlayacak biçimde sanattan edebiyata kadar her türlü yöntemin geliştirilmesi şarttır.

Bu bağlamda çok yakın zamanda bir kez daha gündeme gelen ve nihayet çözüme kavuşturulmuş bulunan başörtüsü meselesine de inanç özgürlüğü açısından sahip çıkmalıyız. Bir kadının kendi bedeni üzerinde tasarruf hakkı yalnızca kendisine ait olmalıdır. Bu anlamda bir kadın ne giyeceğine elbette sadece ve sadece kendisi karar vermelidir. Ama başörtüsünü tartışırken esas mesele inanç özgürlüğüdür. Bu bakımdan böyle ileri bir adım atan hükümetten diğer inançların da özgürlüğü konusunda adımlar beklemek hakkımızdır. Diğer taraftan kadınların ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatta görünür olamamasının tek nedeni başörtüsü değildir, devlet dairelerinde yahut TBMM’de başörtüsü serbestîsi getirilince bütün sorunlar da ortadan kalkmayacaktır. Kadınlara yönelik olarak ekonomide, siyasette ve diğer tüm alanlarda yapılan ayrımcılıkların ortadan kalkması, kadınların eşit birer birey olarak, şiddetten uzak bir biçimde kendilerini gerçekleştirmesinin önünün açılması, çağdaş Türkiye’de yaşayan herkesin ortak beklentisidir.

Sayın Protokol,

Değerli konuklar,

Demokrasinin özü, temel hak ve özgürlükler ile çoğulculuk ve bunları garanti eden hukukun üstünlüğü ilkesidir. Demokrasilerde değerler, toplumda kamusal tartışmaların potasında üretilirler.

Bugünlerde tartışılan diğer bir konu da 1982 Anayasa’sının değiştirilmesidir. Referandumla yapılan değişikliklerin yeterli olmadığı ve ülkenin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu bütün kesimlerce dile getirilmektedir.

Yapılacak yeni anayasa; toplumun beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayan, demokratik standartlara uygun, temel hak ve özgürlükleri koruyan, çoğulcu, uzlaştırıcı, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesini önde tutan bir anlayışla hazırlanmalıdır.

Anayasalar toplumsal uzlaşma belgeleridir. Ama yeni anayasa yapılırken“evrensel hukuk” ve “evrensel demokrasi” ilkeleri de göz ardı edilmemelidir.

Yeni anayasa tartışmalarında zaman zaman gündemle birlikte göz ardı edilen, ancak bizleri çok yakından ilgilendirdiği için asla aklımızdan çıkmaması gereken bir mesele var, o da kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının yeni Anayasa’daki yeridir. Bildiğiniz gibi mevcut Anayasa’nın 135. maddesi meslek örgütlerini düzenliyor ve onların kamu kurumu niteliğinde olduğunu vurguluyor. Dar bir biçimde olsa da meslek örgütlerine kamusal sorumluluk yüklüyor ve kamusal yetkilerle donatıyor. Bu doğrultuda meslek örgütlerinin yıllara dayanan demokratik mücadeleler içinde şekillenmiş kamu adına söz, temsil ve idarenin kararlarına müdahale imkânları mevcut. Meslek örgütlerinin anayasadan çıkarılarak, kamu kurumu niteliğinde olma özelliklerine son verilerek ve üyelik zorunluluğu ortadan kaldırılarak bir dernek statüsüne indirgenmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız.

Ülkemizde meslek örgütlerine yönelik ideolojik gözlüklü yoğun bir çarpıtma ve propaganda faaliyeti yürütülüyor. Kamu adına faaliyet yürüten, toplumsal çıkarları korumaya çalışan meslek örgütleri bir engel olarak görülüyor. Çağdaş demokrasilerde anayasalarda meslek örgütlerinin olamayacağı düşüncesine sarılıyorlar. Avrupa’da meslek örgütlerine üyeliği zorunlu olmadığı şeklinde propaganda yapıyorlar. Oysa Avrupa ülkelerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo şu: Almanya, Avusturya, Hollanda, İrlanda, İspanya, Polonya anayasalarında ya meslek örgütleri düzenlenmiş ya da meslek örgütlerine atıfta bulunan hükümler var. Yine bu ülkelerde ve Fransa’da kimi meslek örgütlerine üyelik zorunlu. Örneğin; Hollanda’da Eczacılar Birliği eczacılık mesleğine ilişkin birçok alanı düzenliyor, eczacılık piyasasını düzenleyici kanunlarda bu birliğin standartları esas alınıyor ve üyelik zorunlu. İspanya’da, eczacılar, İspanya Eczacılar Genel Konseyi’ne bağlı bölgesel eczacı kurumlarına üye olmak zorundadır. Bu örgüt, hükümet tarafından, eczacılık ile ilgili mevzuat hazırlanırken danışılması gereken kuruluş ve eczacılar adına müzakerecilik rolüne sahiptir.

Diğer yandan meslek örgütleri salt üyelerinin hak ve çıkarları açısından değil, demokrasinin eksiksiz işleyebilmesi açısından da son derece önemli işlevlere sahip örgütlenme formlarıdır. Çağcıl ve yaşayan bir demokrasi, halk yararına çalışan, özerk ve kamusal kimliğe sahip meslek örgütlerinin varlığını zorunlu kılar. Siyasal rejimin demokratikliği de sivil toplumun bağrında filizlenen demokratik kurumlara, meslek birliklerine, sendikalara olan yaklaşımında kendisini gösterir. Meslek örgütlerinin talep ve beklentileri yönünde adımlar ağırdan alınırken siyaseti toplumsallaştırdıklarını göz ardı ederek onları siyasi davranmakla itham eden, kamusal yetki ve sorumluluklarını kısıtlayan, seçim sistemlerine müdahale ederek örgütsel zafiyete uğratan, finansal kaynaklarını ortadan kaldıran girişimler demokrasi, katılımcılık, çok seslilik ve sivillik söylemlerinin fersah fersah ötesindedir.

Ülkemizde hakiki bir demokrasinin inşası arzu ediliyorsa meslek örgütleri birer engel olarak görülmemeli, itibarlarını zedeleyecek söylemlerden ve sembolik hale getirecek adımlardan vazgeçilmeli; aklın ve bilimin ışığında ortak bir paydada buluşulmalıdır.

Değerli meslektaşlarım,

Değerli konuklar,

Bizler ne yurtta, ne cihanda bir tek insanın bile burnunun kanamasını istemeyiz. Kanın durması, acıların dinmesi, kardeşlerin birbiriyle kucaklaşması en büyük temennimizdir. Bu bağlamda Kürt sorunu, esasen demokrasi, özgürlükler ve insan hakları sorunudur. Kalıcı çözüm, yalnızca anayasada değil uygulamada da eşit yurttaşlığın sağlanması, ayrımcılığın önlenmesi ve başka ayrımcılıklara yol açacak etnik temelli her türlü ayrıcalıktan kaçınılmasıyla sağlanabilir. Hepimize düşen görev Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de hangi insan hakkı için ayağa kalkıyorsak, Şırnak’ta da, Diyarbakır’da da, Lice’de de, Uludere’de de aynı kararlılıkla ayağa kalkmaktır.

Bugün hem Türkiye hem Ortadoğu, “din ve mezhep ayrımcılığı” ve “ırkçılık” olmak üzere iki derin fay hattı üzerinde bulunmaktadır. Bizler; kardeşlik, barış, huzur ve güvenli bir gelecek için her türlü din ve mezhep ayrımcılığına ve ırkçılığın her türlüsüne karşı olmak zorundayız. Farklılıkları ayrışmanın bir sebebi değil, zenginleşmenin aracı olarak görmeliyiz.

“Yurtta barış” için, her yurttaşımızın “eşit yurttaş” olduğunu asla unutmamalıyız. Hiçbir yurttaşımızın, etnik kökeni, mezhebi, dini, inancı, dili, cinsiyeti, rengi yüzünden ayrımcılığa uğramasına asla izin vermemeliyiz. Bunlar evrensel insani değerler olduğu gibi, eczacıların ayrımcılık yapmama yemininin de bir parçasıdır.

Değerli meslektaşlarım,

Zaman ve sağlık, ancak kaybedince değerini anladığımız iki önemli hayat unsurudur. Bu nedenle, sağlığımızı korumak her zaman otomatik olarak değil, ancak bilincimizle yaptığımız bir davranış olmuştur. O yüzden de koruyucu sağlık önlemleri özellikle sağlık okuryazarlığı düşük olan ülkelerde düşüktür. Bizlerin sağlık çalışanları olarak birincil çabası, tedaviden önce, sağlık okuryazarlığını geliştirmek olmalıdır. Türkiye’de maalesef 12.800 kişiye bir kitap düşerken Japonya’da bir kişiye yılda dört kitap düşmektedir. Bizim ülkemizde adeta niyet okumak kitap okumaktan daha sık yapılan bir faaliyettir. Okuryazarlık oranımız düşük olduğu gibi, sağlık okuryazarlığımız da düşüktür. Bunun sonuçlarını özellikle sorumlu ilaç kullanımının olmaması noktasında yaşamaktayız: Bunun için kamuoyunu bilgilendirme çalışmalarına, eğitimlere ve kampanyalara hız vermeliyiz. Bizler eczacılar olarak özellikle sorumlu ilaç kullanımı noktasında birinci derecede rol alması gereken sağlık çalışanlarıyız, kendimiz de bu noktanın son derece farkında olmalıyız.

Değerli meslektaşlarım,

Değerli konuklar,

Bütçenin halktan bir şikâyeti var: İlaçların “aşırı” kullanımı, tedavi masraflarını gereksiz şişiren muayeneler gibi unsurlar, sağlık giderlerimizi artırıyor. Biz her zaman söylüyoruz. Sağlık giderlerimiz ve ilaç giderlerimiz nominal değerler olarak dünyanın 16 ıncı ekonomisi olan Türkiye için yüksek değildir. İlaç harcamalarımızın tedavi giderleri içindeki yüzdesi yüksektir. Onun da nedeni, tedavi giderleri içinde koruyucu sağlık hizmetlerine ayrılan payın yetersiz oluşudur. Sağlığı korumak her zaman tedavi etmekten daha ucuzdur. Ama süregiden sağlık politikaları, Ana çocuk sağlığı merkezlerinin kapatılmış olması, sağlık ocaklarından aile hekimliğine geçiş gibi unsurlar, koruyucu hekimlik uygulamalarını da zayıflatmıştır. Böyle bir ortamda hastalık artar, o zaman tedavi gideri de, bunun içinde ilaç gideri de artar.

Bütçe halktan şikâyetçi ama biz de bütçeden şikâyetçiyiz. Birkaç yönden: bir kere ilaç giderlerini en baştan sabitleyen global bütçe uygulamasında ilaç şirketlerinin zararlarını eczacıların cebinden karşılamak için ticari ıskontoları kaldırmasından ve stok zararlarını ödememesinden şikayetçiyiz. İkincisi ilaç fiyatları sürekli ucuzladığı için piyasaya ilaç sürülmemesinden şikâyetçiyiz. Üçüncüsü bu fiyatlar karşısında eczacıyı korumak için yeterli olacak önlemlerin alınmamasından, eczane yaygınlığının sağlığın korunmasının bir güvencesi, eczacının da sağlık sisteminde işbirliği yapılması gereken bir partner olarak görülmemesinden şikayetçiyiz.

Söylemek zorundayım: Hastalarımız da bütçeden şikâyetçi. Ama onlar sorun biz eczacılarda sanmaktalar. Muayene ücreti, ilaç fiyat farkı, katılım payı derken eczanede on kalemde aldığımız, bazılarında fiş veremediğimiz, açıklayamadığımız bazı kalemlerle cepten harcamaların artmasından şikâyetçiler. Üstelik bu ücretleri eczacının cebine giren ücretler sanmaktalar. Her gün yüz yüze olduğumuz hastalarımız da bundan şikâyetçi.

Bir düşünür şöyle söylemiş: “En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”

Elbette insan ve toplum yaşamının hangi veçhesi olursa olsun, metalaşması, paralılaşması, şeyleşmesi, bir özel kâr ve kazanç alanı ve unsuru haline gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir ama ilaç söz konusu olduğunda durum çok daha vahim demektir. Zira, ilaç doğası ve mantığı gereği metalaştığı anda misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşır. Çünkü özel çıkara, yakın faydaya, kâra ve kazanca endeksli bir ilaç mümkün değildir.

Alman şair Rainer Maria Rilke, “Genç Şaire Mektuplar” adlı eserinde: “Sanatçı olmak, hesap yapmamak, sayı saymamak, özsuyunu zorlamaksızın ve yazın gelmeyebileceğinden korkmaksızın bahar fırtınalarına göğüs geren bir ağaç gibi olgunlaşmaktır” demişti. Eczacılık için böyle bir dünya istiyorsak, çok mu şey istemiş oluyoruz?

Bizler bu şikâyetleri ortadan kaldırmak için, herkese eşit ve adil davranan, herkesi kapsayan bir sosyal güvenlik sistemi istiyoruz. Bize böyle bir eczacılık hizmeti sunmamız için alan yaratın, sonra ilaç masraflarını bize bırakın. Eczacı ilaç-ilaç etkileşmelerini, ilaç zehirlenmelerini, ecza dolaplarını, kronik hastalık riski olanları, tedavi uyumsuzluklarını, advers etkileri takip ederse, inanın ilaç harcamaları da beklemeyeceğiniz kadar düşer. Eczacıyı bu konuda teşvik edin. Bir ortam hazırlayın, hep beraber hazırlayalım, eczacı işini yapsın. Bankalarda, depolarda, müdürlüklerde koşturmasın, geleceğinden korkmasın, çocuğunun geleceğinden korkmasın, hastasıyla ilgilensin. Bizim tek istediğimiz budur. Dünyada eczacılığın gittiği yön de budur.

Eczacılık ilaç odaklılıktan hasta odaklılığa kaymaktadır. Eczacı ilaç uzmanı olmanın ötesinde sağlık danışmanı olarak yeniden konumlanmaktadır. Bu gelişmelere paralel olarak eczacının geliri de ilaç fiyatlarından bağımsız hale getirilmeli, eczacıyı ilaç fiyat düşüşlerinden koruyacak kutu başına bir sabit ücret verilmeli ve Batı’da pek çok ülkede olduğu gibi eczacıya yaptığı meslekî uzmanlığına bağlı olarak verdiği danışmanlık hizmeti çerçevesinde meslek hakkı tanınmalıdır.

Değerli meslektaşlarım,

İleri teknoloji ile üretimin yapıldığı, vasıflı işgücünün ağırlıklı olduğu ve uluslararası ticaretten ciddi pay alan dünya ilaç sektörü; toptan dağıtım ve perakende satış piyasaları ile sürekli büyüyen ve genişleyen bir pazarın oluşumundaki ana dinamiktir. İnsan sağlığını doğrudan ilgilendiren, talep esnekliğinin olmadığı ve devletin sosyal güvenlik harcamaları sebebiyle tüketicilerin, piyasa dinamiklerinden doğrudan etkilenmediği bu küresel piyasa 2010 yılı itibariyle 856 Milyar Dolarlık bir hacme ulaşmıştır. Uluslararası faaliyet gösteren çoğu ABD menşeli ilaç firmalarının etkinliğinin belirleyici olduğu bu pazarın önümüzdeki beş yıl içinde yüzde 3 ile yüzde 6 arasında bir büyüme sergileyerek 2015 yılında 1.100 Milyar Dolarlık bir hacme ulaşacağı tahmin edilmektedir.

Uluslararası ilaç pazarına firma bazlı bakıldığında ise pazarın % 45’i ilk on firma tarafından kontrol edilmekte olup, bu haliyle sektörün tam anlamıyla büyük ilaç tekelleri söz sahibidir.

ABD menşeli firmaların egemenliğindeki pazarda, sermaye birikimi için kârlı alanlar haline gelmiş olan gelişmekte olan ülkelere yönelik çok ciddi bir yönelim bulunmaktadır. Bu yönelimin önümüzdeki yıllarda artarak devam edeceği bilinmektedir. “ilaç pazarında gelişmekte olan ülkeler” artan sağlık ve ilaç harcamaları sebebiyle önümüzdeki beş yıl boyunca, dünya ilaç pazarının büyümesinin asıl lokomotifleri olacaktır. Aynı zamanda ihracatın ithalatı karşılama oranının düşüklüğünden dolayı da dış ticaret açığına katkı yapan dördüncü büyük sektör olma pozisyonunu koruyacaktır. Türkiye’nin bu pozisyondan çıkabilmek ve makro hedeflerine ulaşabilmek için acilen ilaca ve AR-Ge’ye yatırım yapması, bunun için de nitelikli, uzman eczacı yetiştirmesi gerekmektedir. Şu anda Meclis’te bulunan eczacılıkta uzmanlık yasasının da bu çerçevede, bu makro hedefler yönünde değerlendirileceğini umuyoruz.

Değerli meslektaşlarım,

Yeri gelmişken şunu söylemek zorundayım: İlaçta bir bulunabilirlik ve kalite sorunu yaşıyoruz. Bunda ilaçları sadece bir meta olarak gören, ilaçlara sağlık ürünleri değil, ticari ürünler olarak yaklaşan ilaç firmalarının da büyük sorumluluğu var. İnsanlığın ürettiği bilgiyi kendi tekeline alan, onu patentleyen ve bu bilgiyi geri satan bir yaklaşım söz konusu. Ama herhalde hiçbiri ilaçların üretilmesini mümkün kılan Edison’a patent ödemiyordur.

Bizim ülkemizde de yıllarca Ar-Ge masrafları, tanıtım masrafları gibi adlar altında kalemler gerekçe gösterilerek ilaç fiyatlarının serbest olarak belirlendiği bir dönem yaşandı. O dönemde de bizler, ilaçların alınabilir bir fiyattan piyasaya sürülmesi için var gücümüzle çalışıyorduk. Geldiğimiz noktada, ilaç fiyatlarına son 10 yılda 294 kez indirim geldi. Şimdi de ilacın bulunabilirliği noktasında bir sıkıntı yaşıyoruz.

Hükümetin ilaçta tasarrufun bir yöntemi olarak ortaya sürdüğü global bütçe, hepimizi etkiledi. Ancak ilaç şirketleri bu etkiyi en aza indirmek için eczacılara, yani ürettikleri ürüne değer kazandıranlara yöneldiler. Ticaret hukuku teamüllerini bir kenara atarak ticari ıskontoları geri çektiler, son derece haksız bir biçimde, mevzuata rağmen kamu kurum ıskontoları ve stok zararları konusunu çözmeye yanaşmayarak zarardan kâr etmeyi seçtiler. Türkiye 16’ıncı büyük ilaç pazarı ve daha da büyümeye aday. O yüzden “ne yardan ne serden” anlayışının bir sonucu olarak, hem piyasada kalabilmek hem de ilaçtan dolaylı kârlarını artırmak için, normal koşullarda paydaşları olması gereken eczacıları ve onların birleşik örgütlü gücünün yegâne temsilcisi olan meslek birliğini göz ardı etme yanlışlığına düştüler.

Bizler bu yaklaşımın böyle devam etmesini anormal, irrasyonel, şirketlerin kendi çıkarları açısından da yanlış buluyoruz. Eczacı ilacın bütüncül bilgisine sahip kişidir, ilacı üretmeyi de bilir. İşletmecilerin egemenliğindeki firmaların bunu anlaması gerekir.

Şimdi yapılması gereken nedir? Paydaşlar arasında yeni bir sözleşme yapılmalıdır. İlaç şirketleri eczacıyı da etkileyen sorunlar karşısında bizleri dış çembere atıp sorunları hükümetle çözme konusundaki tutumundan vazgeçmelidir. İlacın bulunabilirliği noktasındaki talepler bizim de taleplerimizdir.

Denilebilir ki bu süreçte tek sorumlu ilaç şirketleri mi? Hayır elbette değil. Hepimiz sağlıkta dönüşüm sürecinin mağduru olduk. Ama her şeyden önce hastalarımız ilaç fiyatları nedeniyle yaşanan belirsiz durumdan dolayı büyük zorluklar çekiyor. Bu zorlukların birincisi, ilacın bulunabilirliği noktasında dedik. Ama ikinci bir konu var ki, o da en az ilacın bulunabilirliği konusu kadar vahimdir. Dün Türkiye’nin en büyük ilaç şirketlerinden birisinin Yönetim Kurulu Başkanı fiyatlandırma ve kur politikası nedeniyle ilaçların kalitesinin de düşmekte olduğunu, ilaç etken maddesini alınması gereken yerden değil, daha düşük kaliteden satandan aldıklarını, kalite düşünce ilacın tesirinin azaldığını, eskiden problemli ilaçların oranının yüzde 1 iken şimdi yüzde iki olduğunu açıkladı. Bunlar yabana atılır ifadeler değil, üzerinde ciddiyetle durulması ve düşünülmesi gereken sözler. Durum bu ise, biz üzerimize düşeni buradan yüksek sesle dilendirmek istiyoruz: Sağlık Bakanlığı’nı ilaçların kalitesi, iyi üretim uygulamalarına uygunluğu, biyoyararlanım, biyoeşdeğerlik denetimlerinin yapılması için acilen göreve çağırıyoruz. Bunun da ötesinde, ilaç fiyatlarındaki düşüşlerin ne boyutlara varabileceği, ne sonuçlar doğurabileceği gerçeğini görerek ne kaliteden, ne bulunabilirlikten ödün vermeden ilaç piyasasının yeniden düzenlenmesi konusunda bir irade bekliyoruz. Başta sabit döviz kuru olmak üzere, ilaç fiyatları ve kamu kurum ıskontoları mutlaka yeniden düzenlenmelidir. Bu adımlar sürdürülebilir bir ilaç ve eczacılık hizmeti için atılması zorunlu adımlardır.

Peki, ilaç firmaları ve bu firmaların temsilcisi olan şirketler niye bugüne kadar konunun ciddiyeti hakkında Sağlık Bakanlığını uyarma ve harekete geçirme kararlığı göstermemişlerdir. Dahası ilacın fiyatı aşağıya düşüyor diye ilacın kalitesinden ödün vermek, daha ucuza etken madde temini ihtimaller düşük bile olsa halk sağlığını riske atmak değil midir? Bizler her ne pahasına olursa olsun sağlığın sadece kâra tahvil edilemeyeceğine inanıyoruz.

Değerli meslektaşlarım,

Sevgili konuklar,

Bir düşünür, “Teoride, teori ve pratik arasında fark yoktur, ama pratikte vardır” demiş. Bizler her zaman dönem başında ortaklaştırdığımız çalışma programları ile döneme başlıyor, sonra da bunları tüm eczacılık camiasına yarar getirecek şekilde hayata geçirmek için çalışıyoruz. Elbette zaman zaman teoride olmayan farklar, pratikte açığa çıkıyor. Bizler 6308 Sayılı Yasamızın eczane sınırlaması ve Sağlık Bakanlığı ruhsatlı tüm ürünlerin münhasıran eczanelerden satılması gibi maddeleri dolayısıyla son derece memnunuz. Bu konuda çaba gösteren herkese bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu örgütün 30 yıllık hayalini gerçekleştirdik. Kendimizi böyle bir dönemde burada yönetici olduğumuz için son derece şanslı sayıyorum. Üç partinin uzlaşısıyla geçen böyle tarihi bir yasaya destek verdikleri için huzurlarınızda tüm parti temsilcilerine ve vekillere şükranlarımızı sunuyorum.

Değerli meslektaşlarım,

Bu yasa içinde olanlar kadar olmayanlarla da eczacılığın seyrini değiştirecek bir yasadır.

Eczane sınırlaması ile:

· Eczane başına düşen eczacı sayısı ve buna bağlı olarak hasta başına düşen eczacı oranı Avrupa standartlarına yükselecek

· Bölgelerarası eşitsizlikler giderilecek

· İlaçların dağıtımı meslekî etik ve standartlar temelinde yürütülecek

· Sağlık hakkının önemli bir ayağını oluşturan ilaç ve eczacılık hizmetlerine herkesin eşit biçimde ulaşabilmesi temin edilecek,

· Eczanelerin daha etkin ve kaliteli hizmet sunabilmesi sağlanacaktır.

Ancak hepinizin bildiği üzere bunun için Sağlık Bakanlığımızın ilgili yönetmeliği bir an önce çıkartmasını bekliyor ve talep ediyoruz.

Bu yasa, içinde olanlar kadar olmayanlarla da önemlidir demiştik. Çünkü:

· Eczacının eczanenin sahibi ve mesul müdürü olduğu bir kez daha teyit edilerek zincir eczaneler açılmasına set çekilmiş,

· İster reçeteli ister reçetesiz olsun ilacın eczane dışına çıkmasının önüne geçilmiştir.

Bu iki gelişme bizi dünya trendinden ayıran, ticari eczacılığın karşısında etik eczacılık modelini sürdürmemizi sağlayan son derece önemli gelişmelerdir.

Diğer yandan, önümüzdeki dönemde eczane sınırlaması ile birlikte acilleşen yakıcı bir gündem bulunmaktadır. Eczacı insangücü planlaması ve eczacı istihdamı.

Bizlerin bugün yaşadığı en akut sorunlardan bir tanesi, sistemsiz bir biçimde açılan, çoğunda yeterli öğretim üyesi ve altyapı olmayan eczacılık fakülteleridir. Şu anda sayıları 30’u geçmiş olan eczacılık fakülteleri, kalite ve altyapı açısından eczacılık alanında yeni sorunları beraberinde getiriyor. Eczacılıkta sınırlamanın sağlıklı bir biçimde uygulanabilmesi için mutlaka;

- Fakülte sayıları da eczacı insangücü ihtiyacına göre belirlenmeli,

- Fakülte altyapıları iyileştirilmeli

- Uzman insangücü yetiştirecek yeni formüller üzerinde çalışılmalı, üniversitelerin bir kısmı buna göre yeniden konumlandırılmalı ve eczacılıkta uzmanlık yasası çıkartılmalı

- Eczacılık eğitiminin standartları geliştirilmeli, ihtiyaca yönelik eğitim programları uygulanmalıdır.

Tam bu noktada eklemek isterim ki, eczacı örgütünün de aynı TOBB gibi, İstanbul Ticaret Odası (İTO) gibi kendi üniversitesini kurmasının ve yaptığı planlama dâhilinde ihtiyaç duyulan kritik noktalarda uzman insangücü yetiştirmesinin vakti çoktan gelmiştir.

Değerli meslektaşlarım,

İstihdam ve eğitim sınırlama ile birlikte birbirine ayrılmaz bir biçimde bağlanmış durumdadır. Ancak istihdamla ilgili tek sorun da tek çözüm de eğitim değildir.

Sağlık Bakanlığı’nın yürütmekte olduğu ve bizim de katıldığımız “Eczacı İnsangücü 2023 Vizyonu” çalışmaları kapsamında eczacının hangi alanlarda çalışabileceği ve çalışması gerektiği de belirlenmeli, klinik eczacılık, onkoloji eczacılığı gibi uzmanlık alanlarında yetişen kişilere yönelik kadroların açılması sağlanmalıdır.

Değerli meslektaşlarım,

Geçtiğimiz dönemin önemli gelişmelerinden bir tanesi de imzaladığımız protokol ve revizyon oldu. Biliyorsunuz, bizlerin eczacıların ekonomik koşullarını iyileştirmenin yanı sıra eczaneler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğini gidermek konusunda da bir gayretimiz, ortak bir irademiz var. Bu irade doğrultusunda bir yandan düşük gelir grubundaki eczacılarımıza yönelik olarak pozitif ayrımcı önlemler alırken diğer yandan da reçetelerin sıralı ve üst limitli dağıtımını sağlayarak eczacılar için bir “eczacılık temel geliri” elde etmeye ve elbette ilaç suiistimalini önlemeye, hasta sağlığını korumaya çalışıyoruz. Bununla, genç eczacılarımızın mesleklerini yapmalarını bir nebze olsun kolaylaştırdığımızı da düşünüyoruz. Böylece eczane sisteminin yaygınlığını koruyor, başka tehditlere fırsat verecek şekilde eczane sermayelerinin yoğunlaşmasını önlemeye çalışıyoruz. Eczane yaygınlığının korunması ve sermaye yoğunlaşmasının önlenmesi çabası sadece genç eczacılarımız açısından değil tüm eczacılarımız ve eczacılık sistemi için gerekli bir çabadır.

Değerli meslektaşlarım,

Değerli konuklar,

21. yüzyılda eczacılıkta hedef; ilaçların, sağlık ürünlerinin ve tıbbi cihazların akılcı kullanımını sağlamak ve optimal terapötik sonuçlar elde etme sorumluluğu taşıyan bir meslek olarak topluma hizmet etmektir. Artık eczaneler sadece ilaç sunumunun yapıldığı yerler değildir, başlı başına birer sağlık bakım merkezine dönüşmenin eşiğindedir.

Bu bağlamda bizlerin de yenilenmeye, yeni modeller ve yeni formlar geliştirmeye, eczanelerimize yatırım yapmaya ihtiyacımız var.

Hasta odaklı, koruyucu ve yol gösterici ve geleceğe kalacak bir eczacılık hizmeti için önümüzdeki dönem üç boyutlu bir perspektifle hareket edeceğiz.

Bunlar:

· Birincisi, mesleki gelişime öncelik vermek

· İkincisi, ekonomik iyileştirmeler ve kazanımlar elde etmek

· Üçüncüsü ise örgütsel gelişim ve atılım sağlamaktır.

Mesleki gelişimin birincil şartı eczacılık lisans eğitiminin daha nitelikli hale getirilmesi, akademisyen kaynağın, teknik donanım, ders içerikleri, uluslararası akreditasyon gibi başlıklarda eğitim standartlarının Bologna Süreci olarak adlandırılan Avrupa Yükseköğretim Alanı standartlarına yükseltilmesidir. Bununla birlikte meslekî gelişimi sadece fakülte lisans eğitiminin sınırları dâhilinde düşünmek büyük bir yanılgıya düşmek olacaktır. Zamanın ruhu yaşamboyu öğrenme ve yetişkin eğitimini öne çıkarmaktadır. Sağlık ve eczacılık kabuk değiştirip, yeni yüz ve yüzeyler kazanırken mesleki gelişimin “sürekliliği” kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu bağlamda Birliğimizin sürekli mesleki gelişim düsturuyla kurduğu TEB Akademi, önümüzdeki dönemde eczacının değişimin ve dönüşümün ruhunu yakalayarak sağlık hizmet zinciri içerisindeki vazgeçilmezliğini perçinleyeceği meslek içi eğitim programlarına ağırlık verecek, farklı alanlardan gelen bilim insanlarıyla çok yönlü ve multidisipliner bir yapılanmaya kavuşacak; belki de bir üniversiteye giden yolun yapıtaşını oluşturacaktır.

Değerli meslektaşlarım,

Mademki artık eczacı sağlık danışmanı ve hasta güvenliği sorumlusu eczane de birinci derecede bir sağlık bakım merkezidir diyoruz, öyleyse eczacı ve eczane temelli sağlık hizmet yelpazesini geliştirmek durumundayız. İlaç ve sağlık ürünleri sunumu dışında farmasötik bakımın gerektirdiği hasta takibi özellikle kronik hastalık takibi yapmak; polifarmasiye ve ilaç kullanım kontrolüne ağırlık vermek; kardiyovasküler sağlık hizmeti, evde bakım hizmeti, yaşlı bakımı, alkol ve madde bağımlılığı, ruh sağlığı, cinsel sağlık ve çocuk sağlığı alanlarında rol üstlenmek; yaygın klinik vakaların yönetimine katkıda bulunmak ve aile hekimlerinin ortaklığında birinci basamak sağlık hizmetlerinin sunumu gerçekleştirmek önümüzdeki dönem öncelikli hedeflerimiz arasında yer alacaktır. Bu bağlamda Dünya Sağlık Örgütü ve FIP’in birlikte geliştirdiği, 1999 Kılavuzu’nu güncelleyen yeni İyi Eczacılık Uygulamaları Kılavuzu’nun da Sağlık Bakanlığı tarafından bağlayıcı bir belge olarak yayınlanması için çalışma yapmalıyız.

Bunun dışında ilacın tek sahibi olduğumuzu, aynı zamanda ilacın eczanelerinizin bel kemiği olduğunu unutmadan fitoterapi, aromaterapi, homeopati gibi alanlarda da sözümüzün olduğunu göstermeli, eczanelerimizdeki ürün çeşitliliğini artırmalıyız. Medikal ürünler konusunda attığımız adımı geliştirmeli, diğer eczane sağlık ürünlerinin belirli standartlara kavuşturulması için de çalışmaya devam etmeliyiz.

Eczacı ve eczane temelli hizmetler için meslek hakkımızı elde etmeye dönük çalışmaları var gücümüzle sürdüreceğimiz gibi Ek Protokolle 17.000 civarındaki eczacımız için 75 Kuruş’a çıkardığımız yüzdesel ve sabit kâr marjını eczacının ilaçtan kazanacağı bir noktaya çekmek, reçete başına bedeli kutu başına bir bedele çevirmek ve kademeli olarak tüm eczacıları kapsar hale getirmek için mücadele edeceğiz.

Örgütsel gelişme yönünde de adımlar atmak durumundayız. Örgütsel gelişmenin ilk ayağı olarak kendi içimize kapalı bir yapı olmaktan çıkmak, ilaç ve eczacılık alanında kendi dışımızdaki örgüt ve yapılarla işbirliklerinin imkânlarını yaratmak ve çoğaltmak için çaba göstereceğiz. Onların da katkılarıyla zenginleşeceğimize, bütünleşeceğimize ve geleceğimizi hep birlikte kazanacağımıza inanıyorum. Diğer ayakta ise Novagenix ve EGAŞ gibi Birliğimizin yıllar önce büyük emeklerle ve umutlarla var ettiği kuruluşlarımızı yeniden yapılandırıp güçlendirmek zorundayız. Özellikle Novagenix’in yetim ilaçlar gibi, kârlılığı düşük ancak halk sağlığı açısından önemli ilaçlar gibi alanlarda ilaç ruhsatı alması ve ilaç üretimine geçmesi konusunda çalışmalıyız.

Değerli meslektaşlarım,

Değerli delegeler,

İnsanlık bugün 20. Yüzyıl sona ererken yitirir gibi olduğu bilincine yeniden kavuşmak arzusuyla bir kez daha güçlerini harekete geçiriyor, belleğini yokluyor, yaratıcılığını sınıyor. Büyük umutların büyük kaygıların gölgesinden sıyrılışına, umudun umutsuzluğun koyuluğu içinde parıldayışına, dayanışmanın okyanusun derinliklerinden uç verişine tanıklık ettiği bir dönemeçteyiz.

Biz de attığımız tarihi adımın, gündeme getirdiğimiz büyük atılımın bilincinde olalım. Onun gerektirdiği sorumlulukla kongre çalışmalarımızı yürütelim. Bu kongrede yakın dönemimizi kazanmayı da güvence altına alalım. Önümüzde bir sonraki kongreye kadar uzanacak iki yıllık bir dönem olacak. Bu dönemin sorunlarını, bu dönemin görevlerini tanımlayalım, bu dönemi planlayalım. Kısacası demek istiyorum ki, sorunlara bir yandan önümüzdeki tarihi dönemi kucaklama, öte yandan da bunun bir parçası olarak önümüzdeki dönemi kazanma perspektifiyle bakalım.

Geçtiğimiz dönem umut dolu ama zor bir dönem oldu. Artık kendi kendimizle kavga etmeyi bırakmamız gerekiyor. Çünkü bu bulaşıcıdır. Peki, bulaş nerede başlar? Düşüncelerimizde. O zaman düşüncelerimizi kontrol altında tutacağız. Düşüncelerimiz davranışa dönüşür. O zaman davranışlarımızı kontrol altında tutacağız. Davranışlarımız alışkanlığa dönüşür. O zaman alışkanlıklarımızı kontrol altında tutacağız. Alışkanlıklar karakterimiz olur. Karakterimizse kaderimiz. Eğer kaderimizi değiştirmek istiyorsak düşüncelerimizden işe başlamalıyız.

Bizler başta mensubu olduğumuz eczacılık mesleğine, örgütümüze, sağlık sistemine ve halkımıza olumlu bir şeyler katabilme isteği ve gayreti ile çalışmalarımızı sürdürdük, sürdürüyoruz. Bizden önce hizmet edenlerin koymuş olduğu tuğlanın üzerine bir tuğla daha koyarak yapılanları geliştirip büyütmeye çaba sarf ediyoruz, yarınlarda da devam edeceğiz. Bu anlamda 39’uncu Büyük Kongremizin mesleğimize, meslektaşlarımıza, sağlık alanına ve ülkemize yararlı olmasını, umut dolu yarınlara, geleceğin ışıklı günlerine pencereler açmasını diliyorum.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyor, Kongremize onur veren misafirlerimiz başta olmak üzere hepinizi saygılarımla selamlıyorum.