38. Dönem M.H. 3. Bölgelerarası Toplantısı Açılış Konuşması

Sayın Vekilim, 

Sayın Belediye Başkanım, 

Sayın Sosyal Güvenlik İl Müdürüm,
Zonguldak Eczacı Odamızın Değerli Başkanı ve Değerli Yöneticileri,
Değerli Oda Başkanları,
Tüm Eczacı Kooperatifleri Birliği’nin Değerli Yöneticileri,
Birim Kooperatiflerinin Değerli Başkanları,
Saygıdeğer Konuklar;

Türk Eczacılar Birliği adına hepinizi saygıyla selamlıyorum. Hepiniz, 38. Dönem 3. Bölgeler Arası Toplantısına hoş geldiniz.
Her şeyden önce bizi bölgesinde ağırlayan değerli meslektaşımız Zonguldak Eczacı Odası Başkanı Aynur Yıldız’a ve tüm Yönetim Kurulu üyelerine teşekkürler ediyoruz. Eminiz ki kendilerinin inceliği, nezaketi ve özeni sayesinde burada sorunsuz ve çok verimli üç günlük bir toplantı yapacağız.

Bizleri sadece Oda Başkanımız ve Yönetim Kurulu üyeleri değil Zonguldak şehri de ağırlıyor Bartın şehrimizle birlikte. Bu şehir, antik çağlardan beri ticarete, sonraki dönemde ise ülkemizin maden ve ağır sanayine büyük katkıları olmuş bir şehir. Ama onun yanı sıra emek tarihi açısından işçi sınıfının kentleşmesi açısından da sayısız bilimsel ilgiye mazhar olmuş bir şehir. Bilimsel araştırmalar yapılmıştır. Her göçükte acılar ve mutlaka insani sevinçler yaşanmıştır bu şehirde. Büyük önder Atatürk’ün deyimiyle altın madeni kadar kıymetli bu kentte olmaktan ve dostlarımızla birlikte olmaktan son derece mutluyuz.

Değerli meslektaşlarım,
Değişim süreci binlerce yıllık insanlık tarihine baktığımızda son 100 yılda inanılmaz bir hız kazanmış durumda. Mesafeler kısaldı, iletişimde yaşanan devrim sonucu toplumsal yaşamın örgütlenişi tamamen değişti. Bu süreç birçok olumluluğu beraberinde getirdi, ancak birçok acıyla birlikte. İlerleme insanlık için her zaman ileriye doğru bir adım olmadı. Her bir ilerleme bir doğum sancısıyla geldi. İnsanlığın serüveni hiçbir biçimde doğrusal ve yalnızca gelişim perspektifiyle okunamayacak kadar çok boyutlu. Bizler hala tek tek insanlar ve toplumlar olarak temel insani ihtiyaçlara ulaşamadığı için hayatını devam ettiremeyen milyonlarca insanın yükünü omuzlarımızda taşıyoruz. Uzayda neler olduğunu keşfetmenin ötesine geçip belki orada yeni bir hayat kurmaya hazırlanan insanlık, hala açlık yüzünden hayatını kaybeden milyonlarca çocuğun gözünün içine bakmak zorunda. Bizler de bu çaresizliğin, umutsuzluğun ve açlığın büyük acıların üzerine daha iyi, daha mutlu, daha özgür, daha sağlıklı bir insanlık ailesi için çalıştığımızı hiçbir zaman unutmamalıyız.

Değerli meslektaşlarım,
Geçtiğimiz günlerde sınır kentimiz Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde 52 vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan, pek çok vatandaşımızın da yaralanmasına sebep olan, Cumhuriyet tarihinin en vahim saldırısıyla sarsıldık. Buradan Hatay Eczacı Odamızın ve Odamız aracılığıyla tüm Hataylıların ve patlamalardan zarar gören meslektaşlarımızın elem ve üzüntüsünü paylaştığımızı bir kez daha tüm hazirun önünde bildiriyor, ölenlere rahmet, yaralılara ve tüm Hatay halkına ve tüm Türkiye’ye acil şifalar diliyorum.
Ancak değerli dostlarım, bu patlamaların bir daha gerçekleşmemesi için bizler Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik durumu ve dış ilişkiler siyasetini ciddi bir biçimde gözden geçirmeliyiz. Suriye’de Esad iken Esed olan yönetim, diktatörlük, adına her ne derseniz deyin bu iş 6 ay sürecek diyen öngörülerin aksine hala direnmeye, kafa tutmaya ve kendi yurttaşlarını canice öldürmeye devam ediyor. 2011 Mart’ından bu yana Suriye’deki çatışmalarda ölenlerin sayısı 82 bini buldu.

Diğer tarafta ise, Suriye Özgürlük Ordusu denen birbirinin içine geçmiş her türden muhalif gruplar Esed Hükümetine karşı bir iç savaş yürütüyor.

Bu savaşta geçtiğimiz günlerde çok önemli, çok vahim bir adım atıldı. Bu gruplara yönelik silah ambargosu kaldırıldı. Dünyanın her yerinde kimyasal ve biyolojik silahların cirit attığını, bunların sadece hükümetlerin değil çeşitli muhalif grupların elinde bulunduğunu bilmek beni son derece kaygılandırıyor, bizleri de kaygılandırmalı. Bundan sonra Hatay’da ya da başka bir yerde patlayacak bomba basit bir patlayıcı değil, kimyasal bir silah olabilir. Nitekim daha geçtiğimiz günlerde Adana’da bazı kişilerin sarin gazıyla yakalanması, tehlikenin çok da uzak olmadığını gösteriyor. Bunun tüm insanlığa endişe veren bir gelişme olması lazım.
Emperyalist çıkarlara karşı Esed rejiminin çıkarlarını koyanlara yönelik olarak bizim de bir sözümüz olmalı ve bizler bu ikisinin karşısına insanlığın çıkarlarını koymalıyız.

Reyhanlı katliamının ardından adet olduğu şekilde bir senaryo enflasyonu yaşanıyor. Hemen herkes kendi meşrebine, yani kendi siyasal perspektif ve ajandasına uygun faillere işaret ediyor. Saldırının olası sonuçlarının ne olabileceği ve en önemlisi bu sonuçlardan kimin istifade edeceği üzerinde spekülasyon ve rivayet muhtelif. Stratejistler, terör uzmanları, bilumum siyasal yorumcu da bu telaşa şehvetle katılıyor. Bin bir korku ve dehşet senaryosunu önümüze koyuyor. Bu senaryolardan hangisi geçerli olursa olsun, Reyhanlı sonrasında almamız gereken tavır açık olmalıdır. Savaş kışkırtıcılığına izin vermemeliyiz. Biz sağlıkçıların görevi bir barış duvarı örmektir. Suriye’de demokratik bir dönüşümden yana olurken, diktatörlük rejimine, mezhepçi kamplaşmaya ve olası bir emperyalist müdahaleye de karşı olmalıyız. Bizler ancak bu açık hatta davranır ve barıştan yana tavrımızı ortaya koyarsak, halk sağlığına dair bir adım daha atmış oluruz. Reyhanlı saldırısına, Reyhanlı’daki can kayıplarını Ortadoğu politikasında etkili bir aktör olmanın kaçınılmaz maliyetlerinden biri olarak görenlere karşı topyekûn “savaş istemiyoruz” demeliyiz. Sağlık çalışanları ve yurttaşlar olarak bu bizim görevimiz.

Değerli meslektaşlarım,
Diğer taraftan ülkemizde de bir barış sürecinden söz edilmekte. Toplumsal barış, biz eczacıların en önemli, en temel isteklerinden biri olmalı ki sürekli olağanüstü bir durum yaşamayalım. Ancak Kürt meselesi çözülürken bir noktaya da dikkat çekmek gerekiyor. Bir barış olacaksa da bunun siyasal düzeyde değil toplumsal düzeyde inşa edilmesi gerekiyor. Toplumsal düzeyde bir savaş mı vardı? Hayır, yoktu. Ama toplumun iliklerine işlememiş bir barış gerçek bir barış olabilir mi? Hayır, olamaz. O nedenle barışı toplumsal düzeyde inşa etmeli, kardeşlik ve bir arada yaşama kültürünü geliştirmeliyiz. Bizler ülkemizin bütünlüğü konusunda son derece hassasız, birlikte büyük bir güç olduğumuzun bilincindeyiz. Bir yarımız olmadan diğer yarımızın eksik kaldığını biliyoruz ve görüyoruz. Bu nedenle Kürt sorunu eşitlik temelinde ve ülkenin bölünmez bütünlüğü ekseninde bir an önce çözülmeli, akan kan acilen durmalıdır.
Diğer yandan, bu süreci güllük gülistanlık bir biçimde tarif etmek de doğru değildir. Türkiye sanayi üretiminin ana coğrafyası hala Marmara havzası olsa da, son 30 sene içerisinde Anadolu’daki Kayseri, Denizli, Konya gibi illerin hızla sanayileştiğini ve buna bağlı bir işçi ve yoksul kitlesinin ortaya çıktığını biliyoruz.

Geçen sene yayınlanan 2011 ve 2014 sanayi strateji belgesinde ortaya konan vizyonun, Türkiye’yi Avrasya’nın üretim sahası haline getirmek olduğunu Maliye Bakanının ağzından Güneydoğu’yu Çin yapacağız sözlerinin kolaylıkla döküldüğünü ve bölgesel asgari ücret gibi açılımların bir süredir sermaye çevrelerinin de günlerinden birini oluşturduğunu biliyoruz. Bu minvalde hatırlamak gerekir ki, bizler ülkemiz vatandaşlarının bir kısmının ikinci sınıf, mevsimlik ve güvencesiz işçiler olarak daha az asgari ücretle çalışmasını önlemek için, gelişmenin kalkınma demek olduğunu aklımızdan çıkartmamalıyız. Tüm yurttaşlarımızın eğitim, istihdam ve sağlık güvencesinin savunucusu olmalıyız.

Değerli meslektaşlarım,
Taksim Meydanına konulan siyaset yasağı, 1 Mayıs öncesinde yaşanan inşaat çukur tartışmasının nasıl abesle iştigal bir durum olduğunu ortaya koymuştur. Meydanın 1 Mayıs kutlamalarına kapanmasının ardında teknik değil siyasi gerekçeler olduğunu hemen herkes görmüş oldu. Bu hususta zaten çok şey yazıldı, çizildi. Taksim’in AVM’leştirilmesinin ardında toplumsal muhalefeti sürgün etme, görünmez kılma, yeni yapılacak steril yapay alanlara kapatma anlayışının olduğu görülüyor. Yürütülen devasa kentsel dönüşüm projeleri toplumsal muhalefeti sentetik meydanlara tıkmayı, bunları kent mekânıyla bağını kesmeyi hedefliyor, bu bizler için de son derece önemli bir sorundur. Ne adeta ezberden her şeye yanlış demek doğru, ne de her şeye doğru demek doğruysa da, yanlış bildiğine yanlış, doğru bildiğine de doğru demenin önü kesilirse, bu söylediklerin halkın duyması engellenirse daha demokratikleşmiş olmayacağız. Önümüze koyduğumuz Avrupa Birliği demokrasisi hedefine ulaşmayı daha da güçleştirmiş olacağız. Bu hedef bizim içi boş bir slogan ya da bir rekabet unsuru değildir. Dünya üzerinde en iyi yaşayan insanlar kimlerse, bizim insanlarımız da aynı iyilik düzeyini yaşaması isteğidir. Bu bağlamda bakıldığında demokrasi, barış, ekonomik gelişme, kalkınma gibi kavramların hepsini kapsayan sosyal güvenlik şemsiyesini elek olarak değil tam bir koruma olarak tasarlayan sistemleri kuran dostunun dostuyla dost, düşmanıyla düşman değil herkesle dost olma ve sıfır sorun politikasıyla barış içinde büyüyen ve gelişen bir Türkiye istiyoruz.

Geçtiğimiz hafta Gezi Parkında 600 ağacı korumak için başlatılan kampanya ve arkasından çığ gibi büyüyerek tüm Türkiye’yi sarsan ayaklanma, halkın AKP Hükümetini de aşan, Başbakana kadar uzanan icraatlarının hak ve özgürlüklerine yönelik bir müdahale olarak algılandığını net bir biçimde gösterdi. Polisin acımasız ve görüntülerde izlediğimiz üzere yer yer vahşi tavrı, bu mücadeleyi daha da keskinleştirdi. Türkiye’nin en büyük üç kentinin en merkezi meydanları da günlerce işgal altında kaldı. Arkasından başta Başbakan olmak üzere tüm otoriteler aşırı güç kullanımı gerçeğini kabul etmek durumunda kaldılar. Ama bu kabul, ne yazık ki aşırı güç kullanımını durdurmadı. Halk her türlü vesayete karşı olduğunu gösterdi. Bu sürecin daha da vahim bir noktaya taşınmaması için demokrasinin ilkelerine tam ölçüsüyle uyulmalıdır. Demokrasinin seçimden ibaret olmadığı, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olduğu akılda tutulmalıdır.

İki % 50’yi karşı karşıya getirmek kimsenin harcı değildir, ülkemizin yararına da değildir. İnsanların daha fazla özgürlük çağrısının muhatabı hükümettir. Hükümete düşen de, bu konuda toplumu taraflaştırmak değil talepleri dinlemek, değerlendirmek ve gereğini yapmaktır.

Değerli meslektaşlarım,
Eğer toplumun yaptığı bir anayasa bu ihtiyacı karşılayacaksa, bizi daha müreffeh, daha özgür, daha ileri bir noktaya taşıyacaksa, eminiz ki hepimiz böyle bir anayasayı destekleriz. Ancak, bizim bir koşulumuz var ve olmalı. Böyle bir anayasa, o anayasadan etkilenecek bütün güçlerin, başta da sivil toplum ve meslek örgütlerinin katılımıyla yapılmalı.

Sürekli olarak Anayasa Uzlaşma Komisyonunda neler olduğunu takip etmeye çalışıyoruz. Ancak korkumuz o ki; bu işin sonu gelmeden vatandaşlarımız bir tükenmişlik sendromuna kapılacak ve anayasa tartışmalarına olan ilgisini kaybedecektir. Aynı şeyi aslında kendi meslek örgütümüzde de gözlediğimi söylememe izin verin. Bizler Anayasanın özellikle meslek örgütlerine zorunlu üyeliğin kaldırılması tartışmalarında bir düğüm noktasında bulunuyoruz. Bu düğüm ya çözülecek, ya çözülecek. Ancak bu düğüm, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulunun kestiği makasla çözülürse, meslek örgütlerimizi, mesleki etiğin ve ilerlemenin tek güvencesi olan yapılarımızı kaybetme tehdidiyle yüz yüze kalmış olacağız. O yüzden makas bizim elimizde olmalı. O yüzden çok daha aktif bir siyasal örgüt tutumu takınmalıyız. Bunun için daha çok dayanışma, birlikteliği öne çıkaracak adımlar atmalıyız.

Değerli meslektaşlarım,
Mecliste yeni anayasa komisyonu sürdürülürken meselenin bu geniş koalisyon içerisindeki unsurları arasındaki güçler dengesi uyarınca halledileceği, bu süreçte dışsal aktör olarak sadece belirli güçlerin belirli bir müdahale imkânı bulabileceği giderek aşikâr görülüyor. Gidişat gösteriyor ki, başkanlık koruma altında olsun veya olmasın yürütme erkinin, hatta o erk içerisindeki belirli pozisyonların daha da güçleneceği, yönetsel merkezileşmenin daha da artacağı ve liberal demokratik formların aslında tüm dünyada olduğu gibi giderek daha fazla deforme olacağı otoriter bir yönetsel yapı hedefleniyor. Sermaye grupları da başkanlık sistemini istikrar adı altında destekliyor.

Fakat otoriteleşme eğilimi, salt yönetsel yapının yeniden dizaynıyla kısıtlı kalmıyor. Ordunun giderek Türkiye’nin muhtemel emperyal ataklarının dış aracı olacağı yeni güvenlik konjonktüründe iç alan giderek polisleşiyor. Gaz ve cop yemek artık sadece devrimcilerin alışıldık pratiği değil, çoluk çocuk, turist, yaşlı, liseler arası futbol turnuvasında maç yüzünden birbirleriyle kavgaya tutuşan gençlere kadar toplumun her kesimi giderek daha fazla polis şiddetiyle sindirilmeye çalışılıyor.

Değerli meslektaşlarım,
Ülkemizde bir başkanlık sistemi tartışmasıdır gidiyor. İzin verirseniz bu ülkenin yurttaşı ve demokratik hak arayışı içinde olan bir örgütün başkanı olarak bununla ilgili iki cümle de ben söylemek istiyorum.

Başkanlık sistemiyle bazılarımız, istikrar sürsün, Türkiye büyüsün seçim sloganında örneklenen siyasi istikrarın ekonomik gelişmeye yol açtığı inancını taşıyor olabilirler. Bu inanca göre parlamenter sistem içerisinde tek parti hükümetleri koalisyonlara, hükümet sistemleri içerisinde de başkanlık sistemi parlamenter sisteme kıyasla siyasi olarak daha istikrarlıdır. Bu istikrarın nedeni de, yine bu iddiaya göre başkanlık sistemlerinde seçim zamanlarının önceden belirli olması ve yürütmenin tek kişilik olması sayesinde koalisyonların imkansız olmasıdır. Kısaca, başkan kendi kendiyle kavga etmediği sürece yürütmenin istikrarı ikinci bir seçime kadar başkanlık seçimlerinde sabittir. Ancak yürütmenin istikrarı, siyasetin özüyle değil estetiğiyle ilgili bir durumdur. Bir başka ifadeyle; yürütmenin istikrarı, istikrarın daha geniş ve esas anlamı olan demokratik rejimin devamlılığından farklıdır. Hükümet sistemi de bu geniş anlamıyla istikrara yol açmadığı sürece yürütme istikrarlı olmuş veya olmamış önemli değildir. Unutmamak gerekir ki, yürütmenin en istikrarlı olduğu rejim tipleri otoriter, totaliter rejim tipleridir.

Değerli meslektaşlarım,
Türkiye’de büyüme, istihdamsız bir büyüme. Yani, büyüme istihdam yaratmıyor, büyüme bu anlamda kalkınma anlamına gelmiyor. İstihdam göreli olarak geriledikçe de insanlarımız yoksullaşıyor. Asgari ücret zaten içler acısı durumdayken, bir de esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının ağırlaşmasıyla yoksulluk iyice artıyor. 811 liralık asgari ücretle çalışan bir işçi başka bir harcama yapmaksızın ayda sadece 22 gün ailesiyle birlikte sağlıklı ve dengeli besleniyor. Tüm ihtiyaçlarını karşılamak istediğinde ise, bu gelir sadece bir hafta yetiyor. Bir başka ifadeyle, asgari ücretli bir haftalık ücret için dört hafta çalışıyor. Bu insanların hem psikolojik, hem fiziksel olarak her türlü hastalığa açık hale gelmesi söz konusu.

Kamu çalışanları açısından bakıldığında da durum benzer. Ortalama ücretli bir kamu emekçisi son 1 yılda 9 kilo daha az peynir tüketti.
Diğer yandan Türkiye, IMF’e olan borcunu ödedi. Bu elbette iyi bir gelişme. “IMF defol” sloganları atanlarımızın dilekleri gerçekleşmiş oldu. Ancak şu gerçekleri de hatırlamakta yarar var; IMF’ten kredi alan ülke sayısı 7. Türkiye’nin borcunun kapanmasıyla birlikte bu sayı 6’ya düştü. Türkiye, dünyanın 16. büyük ekonomisi. Zaten bu ekonomiyle bu ayıbı sırtında taşıyordu. Ancak IMF’e olan borçlarımızın bitmiş olması, Türkiye’nin dış borcunun bittiği anlamına da gelmiyor. Bugün IMF’e ödenen 432 milyon TL taksit düşüldüğünde, hala 336 milyar bir dış borç söz konusu. Bu yıl da bunun 140 milyar dolarını ödemesi gerekiyor Türkiye’nin. Bunun bilinen üç yolu var. Birincisi; harcamaları kısıtlamak. İkincisi; özelleştirmelerle gelir elde etmek. Üçüncüsü ise; yeniden borç almak. Türkiye’nin en değerli arazilerinin alışveriş merkezlerine dönüştürülmesi, üçüncü köprü ve üçüncü havalimanlarının satışları, şehir hastanelerinin kurulması, aslında memlekette kamuya ait bir zenginlik olarak ne varsa satışının hızlanması anlamına geliyor. Bu dış borç problemiyle yakından alakalı hangi önlem alınırsa alınsın bu dış borç bizi önemli ölçüde etkileyecek, ancak harcamaların kısıtlanmasının ne demek olduğunu da global bütçe dönemlerinden hepimiz çok daha iyi biliyoruz. Dış borç konusunda Hükümeti eleştirenler doğruyu söylüyor olabilirler. Ancak yapılmış olan bu borcun ödenmesi gibi bir perspektifleri varsa, hükümet olduklarında bu borç onların da borcu olacak. O nedenle aynı Yunanistan’da ya da İspanya’da olduğu gibi borçların denetlenmesi ve yeniden yapılandırılması ve illegal borçların silinmesi, özel borçlarda devlet garantörlüğünün kaldırılması ya da borçların tamamen silinmesi gibi seçenekleri de tartışmak durumundayız.

Değerli meslektaşlarım,
Sözlerime dünyanın çok hızlı değiştiği tespitiyle başlamıştım. Elbette buna paralel biçimde ilaç ve eczacılık alanı da değişiyor. Bu değişim karşısında bizlerin eski eczacılık modeliyle mesleğimizi sürdürebilmemiz mümkün değil. O nedenle nasıl bir eczacılık sorusuna hep beraber yanıt üretmek zorundayız.

Sağlık, ilaç ve eczacılık hizmetlerinin çehresinin değişmesi, eczane ekonomilerimizi doğrudan etkiledi. Diğer yandan sürekli olarak yeni fakültelerin açılması ki şehrimizde de yeni bir fakülte açıldı, yeni mezunlar, yeni meslektaşlarımızın aramıza katılması, ekonomik pastadan payımıza düşenin daha da küçülmesine neden oldu. Sağlık ve ilaç harcamalarını azaltmak adına başvurulan tasarruf politikaları, hastanın ve eczacının sırtına yüklenen birer külfet olarak hepimize geri döndü. Bunlar gündelik düzeyde yaşayageldiğimiz, bizleri zorlayan, mesleki tatminimizi azaltan sorunlar. Peki, bu sorunları aşmak yönünde nasıl hat izleyeceğiz ve hangi politikalardan yürüyerek yol alacağız. Can yakıcı olmakla birlikte bugün sadece ekonomik sorunlara kilitlenip kalmak, resmin bütününü görmemek anlamına geliyor. Öncelikle şunu unutmayalım: Eczacı sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ekonomik anlamda bir sıkışma içerisinde. Dolayısıyla, analizlerimizi buna göre şekillendirmek mecburiyetindeyiz. Dünyayı sadece kendimizden ibaret göremeyiz. Başkalarının çıkış için neler yaptığına, hangi yöntemleri izlediklerine bakarsak, buradan biz de bir kanal açabiliriz. Dünyada sadece eczane ekonomilerinin daralması karşısında bulunan yol belli. Bilimsel nitelikli ilaç ve sağlık hizmetinin karşılığı olarak ekonomik bir bedel alınması. Yani, bugün gelişmiş ülkelerde eczacılık alanında artık salt reçete karşılamanın ötesine geçen, ilacı raftan alıp hastaya vermenin ötesine geçen bir işleyiş hakim. Fransa’da eczacılar çözüm olarak farmasötik bakım programları geliştirmeyi bulmuşlar. Bunun sağladığı farmakoekonomik yararı göstermeye çalışıyorlar. İtalya’da kan basıncı ölçümü, kolesterol, glikoz ve kan analizleri, kolorektal kanser izleme hizmeti, çölyak gibi özel diyet gerektiren hastalıklar için geliştirilen diyet eczacılığı hizmetleri mevcut. İsviçre’de ilaç tedavisi kontrolü, ilaç teslimi kontrolü, eczanenin açık olduğu saatler dışında verilen acil hizmetler, haftalık ilaç verme sistemi, metadon kullanımı, çoklu ilaç kullanımı, ayakta hastaya ilaç paketi kullanımı, zamanına göre tasnif edilmiş ilaç verme hizmetleri için geri ödeme sistemi tarafından ödeme yapılmaktadır.

Kamuyu serbest eczanelerin ulusal sağlık sisteminin vazgeçilmez bir parçası olduğuna, dolayısıyla eczacının vereceği bilimsel hizmet karşılığında bir bedel alması gerektiğine ikna etmek zorundayız. Yoksa reçete yahut kutu başına alınacak bedeller ile ekonomik darboğazı uzun vadede aşabilmemiz mümkün değildir. Bunlar, yarayı bütünüyle iyileştiren değil, ağrıyı hafifleten adımlardır. İlaçların doğru ve rasyonel kullanımı, ilaç kullanımından kaynaklanan hataların engellenmesi ve kontrol edilmesi, jenerik ilaçların kullanılabilirliğinin sağlanması, veri toplanması, eczacıların sağlık sistemine kattığı değerlendir. İşte biz bu değeri görünür kılmak zorundayız. Eczacılar için aktif ve dinamik olmaya, gelişmelere ayak uydurmaya, yeterliliklerini, bilgi, davranış ve özelliklerini geliştirmeye, sağlık sistemine ve ülke refahına katkılarını ortaya koyabilmelidirler. Eczane eczacılığının geleceği, ilacın fiyatlarına bağımlı mesleki faaliyetten sıyrılarak bir meslek hakkına kavuşturmak olmalıdır. İlaca gerekli değeri kazandırmak olmalıdır. Bu çerçevede belirlenecektir. İlaca değer kazandırmak ise, hasta hakları ve ilaç kullanımında güvenlik, halkın her ilaca ulaşabilmesinin sağlanması, dokümantasyon, advers etki geri bildirimi, ilacın bilimsel kaynaklardan takibi ve bu kaynakların zenginleştirilmesi çabalarını içerir. Bu bağlamda eczacılık mesleğini yeniden kurgulamak için şu üç adımı atmak zorundayız. Eczacının rolünü sadece ilaç sunmaktan çıkartmak, hasta takibi yapan ve hasta güvenliği sorumlusu olan bir sağlık uzmanı olarak yeniden tanımlamak durumundayız. Farmasötik bakım ve klinik eczacılık uygulamaları çerçevesinde hizmet kalitesini artırmak durumundayız. İlaç karından meslek hakkına giden bir ücretlendirme sistemini hayata geçirmek durumundayız. Demografik değişimler, yaşam sürecinin uzaması, tedavi teknolojilerinin ve ilaçların gelişmesiyle eczacılık önemli bir meslek olmayı sürdürecektir. Dünyada biyoteknoloji ürünü ilaçlar hızla gelişmektedir. Regüler ve izofan insan insülini ve analogları, büyüme hormonları, biyofarmasötikler, proteinler hızla gelişmektedir. Bu anlamda eczacılık yeni bir yön kazanacak, kendisine ilaca özel sertifikalı eczacılar oluşturacaktır. Genetik ilaçların dünyası konumumuzu farklılaştıracaktır. Kişiye özel ilaç hazırlanacaktır. Eczane mekânlarımız bir nev’i ilaç üretim, dağıtım mekânları haline gelecektir. Sağlık sistemlerimiz sürdürülebilir olacaksa, yok sayılamayacak bir başka sağlık sorunu olan kronik hastalıklar konusunda da elimizi taşın altına koymak zorundayız. Kronik hastalıklara karşı topyekûn bir savaş açabilirsek, hem yaşam kalitesini geliştirmede, hem de sağlık sistemlerinin verimliliğini artırmada temel bir kırılma gerçekleştirebiliriz. Eczane erken teşhiste ve kronik hastalık yönetiminde eşsiz bir memba olduğunu göstermek durumundadır. Bunu avantaja çevirmenin birinci görevimiz olduğunu hep birlikte idrak etmeliyiz.
Sağlık ve ilaç danışmanlığı, Birliğimizin son 10 yıldır formüle ettiği ve üzerine gittiği, eczanelerimizin ekonomik sorunlarını belli ölçüde çözmeye yardımcı olacak olan meslek hakkını almamızın da önemli koşullarından bir tanesidir. Bizler meslek hakkının hoş, ama boş bir slogan olmaması için çalışmalıyız. Kendimizi gerçek bir ilaç ve sağlık danışmanlığı yapabilecek donanıma ve eczanelerimizi de buna uygun altyapıya bir an önce kavuşturmamız gerekiyor. Daha önce de söylediğim gibi eczaneler toplum sağlık bakımı merkezleri olma konusunda eşsiz bir pozisyonda. Ancak bunu gerçekleştirmek için yeteneklerimizi tam anlamıyla kullanmaya hazırlanmalıyız. Sağlık sistemine kattığımız değeri ve potansiyellerimizi açığa çıkarmalıyız. Eczacıların müdahalesi olmadığında daha çok hastane, daha çok hekim ziyareti, daha kötü sağlık çıktıları ve daha fazla risk olabileceğini gösterebilmeliyiz. Daha iyisi için değişim demek zorundayız. Değerli meslektaşlarım, ilaç ve eczacılığın değişen çehresine ilişkin detayları önümüzdeki üç gün boyunca burada layıkıyla konuşacak, geçtiğimiz 6 aylık döneme ilişkin sizlerin değerlendirmelerinden de mutlaka faydalanacağız. Değerlendirmelerinizi yaparken her zaman söylediğimiz gibi, bizlerin aynı gemide olduğunu aklımızda tutarak yapacağınıza eminim.

Geçtiğimiz dönem Birliğimiz açısından hem yasal süreçlerin takibi, hem de yeni gelişmeler izlenmesi bakımdan zorlu bir süreç oldu. Bir çalışma programı ve ortak olarak geliştirdiğimiz çeşitli projeler etrafında yaptığımız takvimlendirmelere uymaya çalıştık.
Sizlerin de katkısıyla Birliğimizi ve mesleğimizi daha da ileriye götürmek ve sizlerin güvenine layık olmak için çalıştık. Diğer dönemlerden farklı olarak yaptığımız çalıştaylar ve eğitim toplantılarıyla çok daha katılımcı bir dönem geçirdiğimiz kanaatindeyim.
Sorunlar konusunda ortaklaştığımız kesin, çözümler ve o çözümü hayata geçirecek irade konusunda da ortaklaşacağımıza inanıyorum. Bizler kendimizi, kentimizi, mesleğimizi, hayat formlarını, ama her şeyden önce insan hayatını korumak ve geliştirme konusunda adanmış insanlarız. Bunun için hayal etmek, bilmek ve yapmak zorundayız. Hayal etmek, bilmek ve yapmak, bunların hepsi geleneksel fiillerdir. Kuşkusuz her bilen yapmaz, yapamaz. Ama her yapan, hayal ettiği, fikir sahibi olduğu, bildiği ve biriktirdiği için yapar. Daha da güzelleştirmek için yaptıklarının içerisine duygularını katar. Onun için hayaller fikirleri, fikirler ise eylemleri başlatır. Yapmak, yani işlevsellik hayallere, bilgiye, duyguya, hevese, heyecana, birikime ve deneyime gereksinim duyduğu kadar iradeye, adına proje denilen somut fikirlere, pozitif hedeflere ve zamana gereksinim duyar.

Belki tasarladıklarımız ve hedeflediklerimiz 100 gün içinde gerçekleştirilemez, 365 gün içerisinde de gerçekleştirilemez, 700 gün içerisinde de gerçekleştirilemez. Bizim görev süremiz içerisinde gerçekleştirilemez demiyorum, bir kez başlayalım diyorum. Tereddüde düşmeden, kuşkuya kapılmadan, duraklamadan kararlılıkla ve tarihin bize açtığı kaderi yerine getirmek üzere hep birlikte yola çıktık, yolumuz açık olsun.

Hepinize saygılar sunuyorum.